Мы поможем в написании ваших работ!



ЗНАЕТЕ ЛИ ВЫ?

Paradi - Hikâyelerim Adlı Eserinden



Necip Fazil Kisakürek' in Hikâyelerim adli eserlerinden

(Büyük Dogu Yayinlar, Istanbul 2003,ss. 15-19.)

imlâsina sadik kalinarak alintilanmistir.

 

PARADİ

 

Şehzâdebaşı tiyatrolarından birinde Paradi... Paradi ne demektir bilir misiniz? Tiyatronun en ucuz, fakat maddî ve mânevî mânasiyla en yüksek yeri... Buraya yirmi beş kuruşa girilir. Yâni bir (kuş gözü)ne. Ama haddinizse girin! Kapısında ne candarma, ne polis vardır. Fakat daha atacağınız ilk adımda göğsünüzü öyle mânevî bir kuvvetin kolu dirsekler ki, orasını, bir yer zannedersiniz. Hakikaten oraya girenler, havada pelerinleri uçuşan bir Senato azası gibi, omuzlarına iliştirilmiş siyah ceketleriyle, belli başlı kıyâfetler ve tavırların remzinde saklı müşterek bir ruh ve meşrebe mensup kimselerdir.

Oraya, alışkın adımlarla evlerine girer gibi girerler, karanlık merdivenleri gözleri kapalı, dörder dörder çıkarlar ve yerlerine bir Senato âzasının hiç değişmeyen koltuklarına oturuşları gibi tereddütsüzce yerleşirler.

Tiyatro başlayacağı zaman Paradi, ortasında iki alaycı çukur parlayan bir sürü kafanın bir at nalı seklinde istif edildiği esrarlı bir mahkeme (jüri)sine benzer. Öyle bir mahkeme ki, reisi yoktur. Oradaki yüzlerce kafa tek bir baştır ve yüzlerce insan aynı mânevî vücudun, tek birlik merkezinden emir alarak başka başka hareketler yapan muhtelif uzuvlarıdır.

Paradi emreder ve oyun başlar!

Evet emreden Paradidir! Çünkü tiyatronun beyni Paradidir ve tıpıi bir beyin gibi vücudun en yüksek kısmına, yâni tiyatronun damına yakın bir mevkie oturtulmuştur.

Aşağıda herkes, yüzü sahneye doğru, değişmeyen bir kaç hareketten ibaret dar bir oturuş edebine sıkışmış, kan ter içinde oyunun başlamasını beklerken, başımı döndürüp hür Paradi'ye bakmak benim için bir zevktir.

Kimi sahneye arkasını vermiş, kimi Paradi'nin balkonundan ayaklarını sarkıtmış bu kütle, içlerinden gelen tabiî sevklerden ve isteklerden başka hiçbir şeye tâbi değildir. Şuurun zâbıtasına iz vermeyecek kadar çevik ve bir gölgeden daha hafif ve kayıcı olan bu ilcâlar, hiçbir kontrol görmedikleri için tabiî, ve tabiî oldukları için güzel ve hâlistirler.

Bakarsınız, Paradi'de sıcaktan bunalan birisi ceketini çıkardığı gibi omuzuna vurur. O da kâfî gelmez. Bu sefer gömleğini, eğer varsa fanilâsını da çıkarır. Bellerinden aşağısı esasen görünmeyen bu mahlûkların bellerinden yukarısı tam bir insandır.

Analarından böyle doğan bu çocuklar, böyle çırılçıplak ölürler.

Askılarını çıplak tenleri üzerinden çapraz vâri geçirirler, kollarını göğüslerinin üzerinde kavuştururlar ve beklerler.

Bir kıvılcım kadar ufak ve parlak gözleri ateş böcekleri gibi havada, bir oraya bir buraya, ateşten kavisler çizer. Kulakları, en hafif çıtırdıyla sesin geldiği tarafa dönüveren cins arap atlarının kulakları gibi, başın her kımıldanışında istikâmetini bulan hassas bir mikrofondur. Burunları (vis)ten büyümüş, esrarlı bir hortum gibi uzun ve istihâlidir. Ağızları her an, durmaz dinlenmez bir değirmen faaliyeti içindedir. Bu ağızların çiğnediği de nedir? Sakız leblebisi ve fıstık gibi şeyler... İçtikleri de bir bardak su...

Denebilir ki, hayatlarının hemen her kısmında bu şeylerden başka yiyip içecekleri bir şey de yoktur. Fena ve kifâyetsiz gıdanın mührü, yüzlerini o derecede keskin hatlarla damgalamıştır. Gıdası bile böyle temiz ve kuş yemi nevinden olan bu çocuklar, öbür insanların yanında ten ve midelerinden kaybettikleri şeyleri zekâ ve hassasiyetlerine ilâve ettikleri şeylerle öyle telâfi etmişler ve o kadar yükselmişlerdir ki, işte böyle tepede otururlar ve emrederler:

– Oyun başlasın!

Bu emir, evvelâ meçhûl kahramanlar gibi şerefli sahibi belli olmayan hafif bir ayak patırtısı, yahut küçük bir ıslıktır. Peşinden yırtıcı, parlayıcı ıslıkların; nâralar, ulumalar, kişnemeler, havlamalar, tepinmelerin; baston, sıra, iskemle ve banket gibi birbirine çarpan eşya gürültülerinin bir biri sıra akını gelir.

O gün de böyle oldu. Paradi emretti ve oyun başladı.

Kaburga kemikleri çatırdayan bir piyanoyla, can çekişen bir kemanın kaldırdığı perde açılır açılmaz meydana, küçücük bir sahne ve bu sahnenin arkasında gûya bir prensin ağaçlıklar arasındaki şatosunu gösteren uçuk, kötü, gülünç bir dekor çıktı.

Paradi hemen hükmünü verdi:

– Yuu, yuu!.. Bahçeye de bak! Şato... Hayt şato... Penceresinde bayrak da var!..

Kulislerden bomba gibi, pırıltılı bir kadın fırladı ve Paradi'ye kadar uçmak istercesine havada bir kere zıpladıktan sonra elini çenesine yakin bir yerde durdurarak pest ve hastalıklı bir sesle hazin olması lâzım gelen bir şarkıya başladı.

Paradi birbirine girdi. Artik göğüslerden ne oldukları anlaşılmayan karmakarışık savtlar fışkırıyordu. Paradi kelime esaretinden kurtulmuş, heyecanlarını ses infilâkleriyle ifade devresine girmişti. Paradi, hayran mıydı, yoksa nefret mi ediyordu?

İkisi birden!..

Çünkü Paradi, sevgisine olduğu kadar nefret hislerine de bağlıdır. Sevgiden nefrete ve nefretten hayranlığa, hakikatten alaya ve alaydan faciaya doğru, uzak iki his kutbundan birini bırakıp ötekine geçerken en kuvvetli heyecanı duyar. Bu iki kutup arasındaki uçurum farkıdır ki, o uçurumdan korkusuzca atlayana heyecanlardan en büyüğünü tattırır. O, yalnız saf heyecan için yaşar ve başını vermesi için de kuvvetli bir heyecan duyması kâfidir.

Nitekim o gün de öyle oldu. Paradi bu heyecanı duydu ve çocuklarından birini feda etti.

Kanto oynayan kadın şarkısını bitirmiş ve perde aşağıya doğru yavaş yavaş inmeye başlamıştı. Kadın, sahnenin tam orta yerinde, seyircilere profilini hediye etmiş, omuzları geride ve bir ayağı ileride oyunun bittiğini ilân eden reveransımsı bir vaziyet içindeyken Paradi'nin sahneye yapışık kısmından bir hırıltı duyuldu.

– Sen beni ne sandın be aval!

Ve daha herkes başını sesin geldiği tarafa döndürecek kadar vakit bulamadan havada makas gibi bir vücudun baş aşağı asılı kaldığı ve küt diye yüzükoyun sahneye düştüğü görüldü. Vücut tam kadının ayakları dibine düşmüştü. Sahneden müthiş bir toz bulutu kalktı. Kadın, oksijenli saçlarını kavrayarak kireçli yüzünü geren iğrenç bir korkuyla donup kalmıştı.

Kendisini yukarıdan atan vücut sürüklene sürüklene sahnenin kenarına kadar geldi. Elleriyle yere abanarak kalkmak ister gibi bir hareket yaptı. Beceremedi. Basını yattığı yerden Paradi'ye doğru kaldırdı. Yüzlerce baş, ortalarında bir çift siyah çukurla, ölen arkadaşlarına bakıyordu.

Genç külhanbeyinin dudakları açıldı. Kimsenin duymadığı birkaç kelime söyledi. Peşinden oluk gibi bir kan... Dirsekleri burkuldu ve yüzükoyun kendisini döşemenin üzerine bıraktı. Ağzından boşanan kan, şip şip, çukurdaki piyanonun üzerine akıyordu.

O anda tiyatro birbirine girdi. Paradi'den kuşakla inenler, direklere asılıp kayanlar, omuzlarından, şapkaların üstünden yürüyerek sahneye yetişmek isteyenler, koşuşanlar, itişenler, boğuşanlar, söğüşenler.

Tiyatro bir anda boşalmış ve sahnenin önü çepçevre sarılmıştı. Perde yarı yolda asılı kalmış ve oyuncu kadın muşamba şatodan fırlamış bir aşk perisi gibi ölen gencin başında, şarkısından daha hazin nazarlarla cesede bakıyordu.

Kapıdan çıkarken gözlerimi süzerek bu manzaraya gülünç bir dram finalini seyreder gibi baktım. Yanı başımda bir konuşma:

– Ne olmuş yahu? Ne diye atlamış bu sersem Paradi'den?

– Bilmem ki, vallahi? Atlayamazsın diyen bir arkadaşıyla iddia mi etmiş, ne?

 

[1928]

 

 



Поделиться:


Последнее изменение этой страницы: 2024-06-17; просмотров: 5; Нарушение авторского права страницы; Мы поможем в написании вашей работы!

infopedia.su Все материалы представленные на сайте исключительно с целью ознакомления читателями и не преследуют коммерческих целей или нарушение авторских прав. Обратная связь - 3.12.123.189 (0.006 с.)