Мы поможем в написании ваших работ!



ЗНАЕТЕ ЛИ ВЫ?

Hasta Kumarbazın Not Defterinden



Rehinlik Maymun

Hasta kumarbaz anlatıyor: Her vesile ile iddia ediyorum ki, Avrupalı bir aptaldır. Ve siz bana inanmıyorsunuz. Avrupalının ruhunda, dört çizgili basit bir hendese mizanından başka bir şey bulamazsınız! Ruhun girintili çıkıntılı esrar âlemi, ustura ile traşlı bir kafa gibi onda, arap sabunu ile yıkanmış ve kökünden kırkılmıştır.

 

Kahkaha ile gülerek sözünü kestiler:

 

-Bırak; bırak şu ( paradoks )ları da anlatacağın şeye gel !

 

Hasta kumarbaz arkadaşlarına baktı. Bu bakış demek istiyordu ki, dünyada birbirine en yabancı iki unsur, doktorla hastadır ve sizinle benim…

 

Devam etti:

 

-Heyecan, aşk, fedakârlık, kendi kendisiyle ihtilaf, kendi kendisine hakaret gibi ruhi cevherler, biraz büyüyünce Avrupalının idrakini taşırır. Artık bu seciyede bir insanla, Avrupalı bir burjuva örneği, birbirine balık ve kertenkele kadar uzaktır. Onun içindir ki, Avrupalı bir yerde, kendi ölçüsünü aşan bir hamle görünce, gözleri fal taşı gibi açılır, çenesi düşer ve konu komşuyu çağırıp bu mucizeyi seyretmeye davet eder. Ruhun tecellisine müsait her sahada meydana gelebilen bu mucizeler ekseriyetle kumarda görünür ona…

 

-Yaşa, işte geldin mevzua! Haydi bakalım, devam et, durma !

 

-Avrupalının şarklı karaktere en yakın milletini tanırsınız. Ruslar! Rusların ( Puşkin ) ve ( Dostoyevski ) isimli iki sanatkârı, güya kumarda gösterdikleri müthiş cesaret yüzünden Avrupalı burjuvayı yıllarca hayranlıktan hayranlığa sürükledi. Bu cesaretler nedir, haberiniz var mı? Öyle miskin, öyle bücür şeyler ki… Biri tek gecede bir servet batırmış, öbürü de Berlin’de altın saatini rehine koyup kumar parası tedarik etmiş. Burjuva bunu öğrenince “ Vay anasını ! Kumar parası bulmak için altın saat de rehine konabilirmiş ha ! “ diye, Piza’daki eğri kulenin karşısında duymadığı şaşkınlığı duyuyor.

 

Ve hasta kumarbaz birdenbire coştu:

 

-Altın saat de ne demek ? Biz Adonis’i rehine koyduk be; Adonis’i !

 

Hayretle atıldılar:

 

-Adonis’i mi rehine koydunuz ? Ne Adonis’i bu, hangi Adonis ?

 

-Eski Yunanlılarda erkek güzelliğinin remzi Adonis ! Meşhur Adonis!

 

Çipil çipil bakıştılar, ürkek ürkek sordular:

 

-Ne o, elinize bir Adonis heykeli mi geçti?

 

-Hayır; elimize Adonis isimli bir erkek maymun geçti.

 

Ve hasta kumarbaz kurbanlarını süzen bir kasap haşmetiyle hayran burjuvalara bakıp pes perdeden söze girişti:

 

-Bundan sekiz sene evvel Paris’te tahsilimizi yapıyorduk. Ben ve Sülün Bâki ! Canım Bâki’yi hepiniz duymuşsunuzdur. Ona sadece Sülün derler. Hayatı, Tünelle Taksim arasında geçen adam… Sinema ( prömyer )lerinde o, şık kadınların uğradığı pastahanelerde o, barlarda, gece kahvelerinde, oyun oynanan kulüplerde o… Şu uzun boylu, pehlivan yürüyüşlü, başçavuş tavırlı, küstah bakışlı meşhur Sülün Bâki ! Onu bilmeyen yoktur. Sülün Bâki, güzellik, şıklık ve debdebe meraklısı bir basit adamdır ama, kumarın mistiğini onun kadar duymuş az insana rastladım ben… Ne de olsa şarklı! Her neyse ?

 

Sülün Bâki ve ben Paris’te tahsilimizi yapıyorduk. Ben, yalnız halis kuru kahve satan bir dükkan gibi, sadece kumara gömülmüştüm. Başka hiçbir şeyle alakam yoktu… Ne kadın, ne şehir, ne tabiat, ne kitap, ne dost, ne de başka bir şey ! Sülün Bâki, ara bulucu bir karakter sahibi olduğu için, Paris’te olduğunu ve orada güzel kadınlar bulunduğunu unutmamıştı. Sülün Bâki, hüviyetini iki müsavi parçaya ayırmış, birini kadına, öbürünü de kumara bağışlamış… Ha, unuttum ! Sülün Bâki yakışıklıdır. Güzelliğinin kendi de farkında olmasa ve onun küstah emniyetini taşımasa daha iyi olacak ama, ne yaparsınız ?

 

Dedim ya, Sülün Bâki basit adamdır.

 

Sülün Bâki’yi Paris’te her gece yarısından sonra bütün semtlerde bulabileceğiniz gibi sabahları da ya bir Amerikan kokanasıyla Bolonya ormanlarında, ya bir Fransız Üniversite kızıyla Versay korularında, yahut öğleden sonra büyük otellerin danslı çaylarında, vesaire vesaire yerlerde enseleyebilirdiniz. İkimizin de pek tabii olarak meteliği yoktu; fakat ikimizin de beslediği, gündelik rızkını bulmaya mecbur olduğu bir ejderha vardı. Kumar ! Dilinin altındaki inciyi koparıncaya kadar bu ejderhayı beslemeye mecburduk. Aydan aya aldığımızı ona veriyor, İstanbul’daki evlerimizden koparabildiğimizi ona veriyor, saatimizi, tabakamızı, yüzüğümüzü, cüzdanımızı, kat kat elbiselerimizi onun uğrunda satmış bulunuyorduk.

 

Ben, bir miras fırtınasında yaptırdığım 14 kat kostümü satmış, tek bir frakla kalmıştım. Elbiseye ihtiyacım yoktu. Çünkü gündüzleri yaşamıyordum. Yapılacak iş, o zamandan sonra frakımı giymek ve kulübe yollanmaktan ibaretti. Kulübe fraksız gidilemeyeceğini dikkatinize arzederim. Paris’te üç ay üst üste gündüz yüzü görmedim dersem inanır mısınız?

 

Sülün Bâki’nin benden bir farkı vardı. Onun gündüzleri kadın merakı olduğu için, örnek bir frakla örnek bir kostüm alıkoymaya mecbur kalmıştı…

 

Bir gün… Ben daha uykunun yarısındaydım. Yani saat öğleden sonra 1 veya 2… Odamın kapısı küt küt vuruldu. Darağacına götürülecek bir mahkûm gibi zıpladım. Günün ışığı beynimi yaraladı. Kendimi, Okyanusun ortasında teknesi delinmiş bir gemi zannettim. Batıyordum.

 

Odama Sülün Bâki girdi. Kollarında küçük silindir şapkalı bir maymun…

 

“Kalk dedi; gecenin sermayesini bulduk!”

 

Neye uğradığımı şaşırmış, aptal aptal bir Bâki’ye, bir de maymuna bakıyordum. Maymun eliyle Bâki’nin saçlarını karıştırıyordu. Bâki, anlattı:

 

“ Jorjet bu sabah maymunla bana damladı. Dün zengin bir Kübalı gençle tanışmış, maymunu ondan hediye almış. Jorjet, besleyelim diye maymunu bize bırakıyor. Biz kendimizi beslemekten aciziz, maymunu nasıl besleriz? En iyisi onu rehine koyalım, hem maymun beslenir, hem de biz gecenin sermayesini buluruz. Bu gece yüzde yüz kazanacağımıza emin ol! Yarın sabah maymunu rehinden çıkarırız, ona altın saplı bir baston alırız, Bolonya ormanında arkamızdan yürütürüz.”

 

“Amma da yaptın Bâki, dedim; bu hayvana kimse metelik vermez.”

 

“Ne diyorsun ? dedi; böyle bir maymunu 10.000 franka satın alamazsın. Sen hele kalk; giyin bakalım!”

 

“ Nereye gideceğiz ? “ diye sordum.

 

“ Rehin dairesine, dedi; Belediyenin rehin dairesine…”

 

Kolumuzda maymun, beraberce otelden çıktık. Yürü babam yürü! Vardık. Rehin gişesinin önünde bekleyen uzun sıranın arkasında yerimizi aldık. Kiminin elinde bir halı, kimisinde gramofon, kimi koltuğundaki konsol saatini siliyor, kimisi tabakasını uğuşturuyor.

 

Sıra bize geldi.

 

Gözlüklü ihtiyar gişe memuru:

 

“ Rehinelik eşyanız nedir?” diye sordu. Sülün Bâki, maymunu gösterdi:

 

“Adonis!”

 

Nizam âşıkı ihtiyar gişe memuru, bütün hayatında rastgelmediği bir rehin unsurundan o kadar hayrete düştü ki, acaba kitapta yeri var mı gibilerden önündeki kalın cildi açtı ve uzun tırnaklı parmağını “ A “ harfi üstünde gezdirmeye başladı. Zavallı ihtiyar gişe memuru rehin maddelerini gösteren kitapta ”maymun” ismini değil de, “ Adonis “ i arıyordu. Sülün Bâki, ben ve maymun, kahkahalarla sarsılıyorduk.

 

Nihayet ne “ Adonis “ , ne de “ maymun” isminde bir rehin maddesi kabul edilemeyeceği anlaşılınca, nizam aşıkı gişe memuru, resmî bir öfke ile kaşlarını çattı:

 

“Lûtfen arkadakilere yer, dedi. Adonis’e para verilemez !”

 

Rehin dairesinden mahzun adımlarla çıktık. Adonis, gözlüklü ihtiyar gişe memuruna uzaktan dilini çıkarıyor, memur da gözlük camlarının tepesinden hayret, merhamet ve nefretle ona bakıyordu.

 

Beş, on adım sonra Sülün Bâki dedi ki:

 

“ Bak gör; ben nasıl şimdi hallederim bu işi! Maymunu bizim lokantanın garsonuna rehin bırakayım da gör ! Bekle beni şu köşede ! “

 

Ve yıldırım gibi kalabalığa karıştı gitti.

 

Yarım saat sonra Sülün Bâki, kumral saçları briyantinli, biricik pantalonu ütülü, cefakar potinleri boyalı, her zamankinden daha küstah bir bakışla sökün ediverdi. Avuçlarında bir sürü banknot… 479 frank… 10.000 franklık Adonis’i lokantanın garsonuna 500 franga rehin bırakmıştı.

 

Hasta kumarbaz, her hikayenin noksan ve kötü bitmeye mahkum olduğunu sezmiş gibi, birdenbire dudaklarını hüzünle büzdü ve sustu.

 

-Söyle, söyle, dediler; sonra ne oldu ? O gece kazandınız mı ? Adonis kurtarılabildi mi?

 

-Hiç böyle şey sorulur mu, a çocuklar ? O gece kazansaydık ve Adonis kurtarılsaydı, değil kumarın muamması, arz cazibesi kanunu bile yerinde kalamazdı. Koca Adonis, bir günlük misafir ! Ela gözlerini öyle çabuk bir kırpışı vardı ki…

 

( 1939 )

 

Mini Etek

Miralay mütekaidi 87’lik Hasan Sabri Beyefendi, torunu 25’lik Birsen’in suratına kezzap döküp yüzünü hurdehaş ve gözlerini kör etme suçundan Ağır Ceza Mahkemesi huzurundadır:

 

Reis sordu:

 

-Müdafaanız, hazır mı ?

 

-Değil, Reis Bey!

 

-Müdafaa yapmayacak mısınız ?

 

-Kanunun suç saydığı hareketimi bu vasfından kurtarmak için ne söyleyebilirim?

 

-Sizi bu harekete zorlayan sebeplerin neler olduğunu söyleyebilirsiniz!

 

-Ne çıkar, Reis Beyefendi; bunlar mahkemece kabul edilebilir şeyler olmadıktan sonra ?...

 

-Hafifletici sebepler olabilir.

 

-Böyle bir gayret, bana yöneltilen suçu kabul etmemek olur. Bense onun cürüm değil fazilet olduğunu iddiasındayım. Kendimi müdafaaya nasıl tenezzül edebilirim ?

 

-Müdafaanız bu kadar mı?

 

-Hepsi bu kadar …

 

Avukat parmağını kaldırıp yerinden fırladı:

 

-Muhterem başkanım! Sanık, yaşadığı ruh haleti bakımından nefsini savunmak istemiyorsa, bu nokta, belki masumiyetinin ayrı bir delilidir. Bu hal, mahkemeyi hissiz bir karara götürmekte amil olamaz. Sanığın, hadiseden birkaç ay evvel torununa yazdığı bir mektubu ele geçirmiş bulunuyoruz. Müsaade ederseniz okunsun ve müdafaaların en parlağı halinde dosyaya konulsun…

 

Mahkeme başkanı, kendisine uzatılan mektubu alıp bir göz attı, sağında ve solundaki üyelerle küçük bir fısıltıdan sonra mektubu zabıt kâtibine verdi:

 

-Okunsun!

 

Zabıt Kâtibi, virgül ve nokta tanımayan donuk bir tekerleme ile okuyor:

 

-Torunum Birsen !... İşte, felaket senin isminden başlıyor. 50’lik annenin adı Jale, 75’lik anneanneninki de Fatma… Bak, anneannenden sana kadar gelen iç nesil birbirinden, isimlerine kadar ne keskin ifadelerle ayrılıyor, ben 87 yıllık hayatımda, belki modası geçmiş bir örnek şeklinde feraceyi, sonra hayatın malı olarak kapalı çarşafı, derken açık robu, peşinden “ Tango-çarşaf” dedikleri kılığı gördüm. Arkasından manto, tam açık Avrupalı robu, gittikçe kısalan etek, mayo, bikini-mayo ve nihayet mini etek… Bu sonuncusu, benim gördüklerimi görene ve inandıklarıma inanana ölüm darbesi kadar ağır gelmeliydi. Sabahlara kadar ellerimi açıp Allaha “ canımı al ve bu manzarayı bana gösterme “ diye ettiğim dua kabul edilmedi. Ölemedim! Evet, anneannenden başlayıp yine onda devam eden kapalı, açık ve tango-çarşaf, annende büsbütün açık kostüme ve sende mini-eteğe kadar ulaştı. Muazzam terakki…

 

Çizgileri bu derecede keskin hiçbir terakki grafiği gösterilemez. Anneanneni, birici dünya harbi mütareke yıllarında, cephe dönüşü tango-çarşaf içinde gören ve tokatlayan ben, annendeki açık roba, ancak, arkasındaki nesillerin getirmeye başladığı felaket yüzünden tahammül edebildim. Ama sende her şey değişti. 87 yaşında, senin getirdiğin son örnekledir ki, öküz arabasından otomobile ve (jet) uçağına kadar neslimin zaman çerçevesine sığdığını gördüğüm korkunç inkılâpların manasını sezer gibi oldum. Dünya ve insanlık, sonsuz bir mesafe hattı üzerinde, fezanın dipsiz bir noktasına doğru kaymakta ve ruh, ahlak, din, edep gibi mefhumları, gittikçe küçülen ve sönen yıldızlar gibi gerilerde bırakmaktadır. Felsefe tahsili gören senin, ne demek istediğimi anlayacağın ümidi içinde, dili 5- 10 kelimelik bir kurbağa lûgatçesine indirilmiş, dimağî cihazı iptal, hazım cihazıyla tenasül cihazı ise ihya edilmiş bir “kuşak” tan geldiğine göre hiçbir şey anlayamayacağın korkusunu da içimde taşıyorum. Her neyse !.. Beni anlamaktan ziyade kararımı bilmen yeter! Ben bu devirde en sönük bir kıvılcım taşıyan bir babanın bile takdir edebileceği hakikat olarak, kız evlada sahip olmayı, kanser illerinden daha felaketli görüyorum! Kız evlat sahibi olanlar, varsın, başlarına toprak çalsın!

 

Ben bu felaketi annende biraz, sendeyse yüzde yüz tattım. Ne yapayım ki, hem annende, hem de sende, kız evlat sahibi olmak nasibimi değiştirebilmek elimden gelemezdi. Öyle bir hengame ki, bu küfür devrinde kız evlatlarını diri diri gömen ve mukaddes dinimizle cinayetleri durdurulan babalara şimdi sorabilirsiniz : “ İşlediğiniz korkunç cinayetlere 14 asır sonra özür biçecek bir devir gelebileceğini tahmin edebilir miydiniz? “ Dinimizde yeri olmayan böyle bir özrü, günahların en büyüğü olduğunu bile bile kabullenmekte ve din gayesi yolunda kullanmakta, bilmem affı kabil bir nokta var mıdır ? Yoktur ! İnsanı bu çapta alçak bir özrün yanına kadar getiren kötülük şartlarından Allah’a sığınmaktan başka yapılacak şey mevcut değildir. Ama ben bunu da tam yapamadım ve tesellimi bulamadım. Bu halleri görmemem için gözlerime toprak dolmalıydı; o da olmuyordu. Allah bu manzarayı seyretmeye beni mahkûm etmişti. Ne senin sürdüğün, ne de annenin sürdüğü iğrenç hayat üzerinde durmaya değer ! Ne annenin içkisi ve kumarı, ne senin “ Ye-Ye”ciliğin ve esrarkeşliğin bana fazla bir acı verebilir. Şu, suratınızda tek rikkat ve merhamet çizgisi bırakmayan inkâr ve ihtilaç halinizi, ruhi sefalet ve şenaat hayatınızı örnekleştirmek, içtimaileştirmek gayretinizdir ki, taşıdığı sosyal mana bakımından beni çıldırtıyor! Bu işin temsilcisi mini etektir; ve yarım asırdır yukarıya doğru çekile çekile bayraklaştırmak istediği manaya doğru yükselen örtü, nihayet mini etekle gayesine varmıştır. Her kadını her erkeğin malı kabul edici sosyal bir vitrin…Ayrıca bu vitrinde, kadın vücuduna ait hiçbir mahrem nokta tanımamak gibi bir sosyal ölçü.. Beni kıvrandıran, inleten nokta, mini etekte her şeyin içtimai bir manaya gittiği, cemiyet meydanında aleni bir kıymet hükmüne misal olduğu ve ferdi sınırı aştığıdır. Eğer sen, anadan doğma çıplaklar diyarına gitsen ve onlardan olsan, bu kadar acı duymazdım. Bu şekilde sen, batan bir cemiyette batış sebebini heykelleştiren örnek tiplerden oluyorsun demektir ve bütün felaket, işte körüklediğin bu içtimai mana üzerindedir. Kanımdan böyle bir son örnek fışkırdığını göre göre ölümü bekleyemem !

 

Sana, her şey bir tarafa, sadece eteklerini diz kapaklarından aşağıya indirmeni ve öbür günahlarını, günah olduklarını bilerek ve biraz utanarak işlemeni, hiç değilse gizlemeyi bilmeni ihtar ederim ! Mini etek, günah utancını atmanın ve gizliliği kaldırmanın sembolü olmuştur ki, diz kapaklarının üstünde açtığı dört parmak mahrem yere karşılık ruhlarda yırttığı ve kanattığı mıntıka bakımından belaların en büyüğü makamındadır.

 

Ben her an bu manayı torunumun diz kapakları üstünde bir nişan gibi seyrederek yaşayamam ! Hiç değilse onu yaşatmam ve neslimi kuruturum. Beni anlayacaksan anla ve şu pek basit işi kabul et! Eteklerini diz kapaklarından bir iki parmak olsun, aşağıya indir ki, ben nefes alabileyim, nefes aldığımı hissedebileyim…”

 

Miralay mütekaidi, 87’lik Hasan Sabri Beyefendi birden doğrularak haykırdı:

 

-Ve suratına kezzap döküp eve mıhlanmaya mecbur ettim kahpeyi… Siz de beni zindana mıhlayın ki, bu cemiyeti seyretmekten kurtulmuş olayım…

 

( 1967 )

 

 

Yusufcuk

 

Benim ismim Yusuf… Bu ismi bana bir kuş taktı. Ağaçlık bir yerde oturuyordum. Dalgındım. Dangın mı? Kendimi didik didik yemek, gagalamak istiyordum. Öylesine dertliydim. Kulağıma bir ses geldi:

 

-Yusufcuk, Yusufcuk !

 

Ses bana, doğrudan doğruya “ Yusufcuk!” diye hitap etmiyordu. Dünyada ve benim halimde kim varsa her birini ayrı ayrı öz ismiyle çağıran bir ses :

 

-Mehmetçik!

 

-Ayşecik!

 

-Osmancık!

 

Sonradan bana bu kuşun “ Yusufcuk “ ismini taşıdığı söylenince, artık öz adımı tanımaz oldum. Yusuf bendim:

 

-Yusufcuk, Yusufcuk!

 

*

 

Kuşu görmeye imkân yok… O yalnız bir sestir. En hassas anda haykırmayı bilir:

 

-Yusufcuk, Yusufcuk!

 

Sanki her defa annemi öldürmeye gidiyorum da kuş yolumu kesiyor :

 

-Sakın ha, sakın ha!

 

Manevi ne kadar cinayetim ve maddi ne çapta perişanlığım varsa, her birinin muhasebe saatinde kuş hazır:

 

-Çok yazık, çok yazık!

 

İçimden, onun kadar merhamet, niyaz, heybet ve ihtar tüten bir ses işitmedim. Üç heceli ve her manaya yatkın bir çığlık:

 

-Gel etme, gel etme !

 

*

 

Kendime öyle zulümler ettim ki, nihayet ikiye bölünür gibi oldum. Bir parçam öbür parçamın dizlerine kapanıyor ve ebedler boyu ağlamak istiyor:

 

Kuş hemen tepemde:

 

-Hep ağla, hep ağla!

 

*

 

İşin tuhafı, kendimi unutur ve derdimi hissetmez gibi olduğum demlerde kuştan eser yok… Her taraf şeytani bir ayazla donmuş, uyuşmuş… Bütün yuvalar boş ve izler silik… Demek ki, kuş, içimdeki kuşun uyanık olduğu zaman canlı… Böyle anlarda annemi öldürmeye gitsem, som karanlıkta tek bir ışık lifi bile görünmüyor.

 

İsterseniz siz haykırın:

 

-Yusufcuk, Yusufcuk!

 

Aksi seda, size, kendi kaba ve çatlak nefs sesinizi iade etmekten başka bir şey yapamayacaktır. Yusufcuğun, yarı açık, pembe gagası içinde bir nefes bile yok… Sordum bu nasıl kuş, diye?

 

Kahverengi bir kuş, dediler; küçük bir kuş ve uzunca kuyruklu…

 

Onun, yumuşak tüylü, minicik, bir zıpzıp kadar küçük kafasını, ufak gözlerini ve yarı açık pembe ağzını hayal ettim…

 

Vicdanımın anatomisini hayal edercesine…

 

*

 

Nereye gitsem, hangi pencerenin önünden geçsem, hangi yoldan süzülsem, hangi bucağa can atsam, kuş daima karşımda… öyle sanıyorum ki, yanıma bir saksı alsam da aya giden bir füzeye binsem. Yine kuş bana refakat edecek:

 

-Nereye, nereye?

 

Gölgem bana bu kadar sadık olamaz. İçimde his ve insaftan tek zerre yaşadıkça kuş cevval…

 

Biricik gayeyi besteliyor:

 

-Kurtuluş, kurtuluş…

 

*

 

Bir aralık nefsim beni öyle ezdi, öyle altına aldı ve o türlü kendinden razı hale getirdi ki, uzun müddet Yusufcuğu kaybettim. Halimi Yusufcuğun sükûtundan anlıyordum. Fakat battıkça batıyor ve battıkça kuştaki sükûtun derinleştiğini, katmerleştiğini hissediyordum.

 

Sabahleyin evimden veya inimden çıktım. Suratım, haşlanmış bir işkembe… Tırnaklarım kir dolu … Pantalonum ve potinlerim, içimin çizgilerini içmiş… Güneşli bir gün…. Yolda bir cıvıldaşma duydum. Çocuklar oynuyor.

 

Yanlarındayım.

 

Birinin elinde kahverengi bir şey… Bir kuş … Kül rengine çalan yumuşak tüylü minicik bir baş… Aman !

 

Nokta gözler perdeli… Kıl gibi ince ayakları bükük ve parmakları büzülü…

 

Çocuklar, ne bu ?

 

-Kuş …

 

-Ne kuşu?

 

-Yusufcuk …

 

-Kim öldürdü onu?

 

-Yolda, şu ağacın dibinde bulduk.

 

Ve çocuk, kuşu, kıl kadar ince ayaklarından tutup fırlattı.

 

Çocuğun avucundan başlayıp toz toprak içinde biten bir kavis…

 

İçimden, onsuz yaşanmaz bir şey kopardılar da toza toprağa mı attılar?

 

Zaman işledi, durdu. Çok defa, ıstırabı çağırır gibi ezberlenmiş formüllerle Yusufcuğu davet ettiğim oldu.

 

Ne ıstırap geldi, ne Yusufcuk…

 

Samimi olabilsem Yusufcuk dirilecekti.

 

İçimde bir ses…

 

Yusufcuk mu haykırıyor:

 

-Yalancı, yalancı!

 

(1959)

 

 

Robdöşambr

Üniversite semtinde bir çay salonunun, oturduğum yere en yakın masasında bir çift genç… Onları tam iki saat inceledim. Birbirlerine abanmış, tam iki saat konuştular.

 

Sonra da…

 

İddia edebilirim ki, dünyada, bu çift kadar lûgatçeleri fakir iki hayvan bile gösterilemez.

 

Mart kedileri, damdan dama birbirlerine dert yanarken ne kadar mânalıdır! Dişi, kurumlu ve boş verici, erkekse ıstıraplı ve çırpınıcı…Kuşlarda, köpeklerde bile ne sesler ve biçimler var !..

 

Kadın ve erkek meselesi… Davaların belki en incesi ve girifti… Sulh içinde en nazik bir harp…

 

Fakat bu zamane çiftine bakıyorum da ( metafizik ) veya “konuşan hayvan” dedikleri insanın yeni nesillerde ne hale gelmiş olduğunu görüp şaşırıyor, kalıyorum.

 

Tek bir meseleleri, ruh ukdeleri yok ! Kız, bir ölü gözü gibi korkunç bir bezginlik çukuru haline gelen kayıtsız gözlerini önündeki gazetenin bulmaca köşesine dikmiş, genç adamı dinler gibi yapıyor. Genç adamsa oralı değil; hırlar gibi konuşuyor, cümle tertiplemek zahmetinden uzak, yeni şiir edasıyla laf ediyor. Taraflar arasında ikişer kelimeden daha uzun cümle yok…

 

Dizlerini ört! Gözler sende!...

 

-Of!... Bana ne ?

 

-Öyleyse aç!

 

-Sus, gerici !

 

-Ben ilericiyim, bilirsin sen !

 

Kız bu ifadeye hususi bir mâna biçmiş olacak ki, güldü :

 

- Sus terbiyesiz !

 

-Gerici sensin! Terbiyeden bahsediyorsun!

 

Daha neler konuşmadılar !.. Sinema, sanat, sanatçı, eleştirmeci, sosyalizm, Kıbrıs, Adalet Partisi, vizon kürk, ( Coca Cola)nın (L) harfi…

 

Eğer bütün kelimelerini sayacak olsaydım fikirlerinin ancak birkaç yüz kelime içinde gidip geldiğini görecektim.

 

Genç kız, parmağını gösterircesine bir tabiîlik içinde dizlerinden yukarıya doğru boyuna mesafe açarken birdenbire haykırdı:

 

-Buldum!

 

-Ne buldun?

 

-Bulmacadaki kelimeyi… On harfli… Evde giyilen…

 

-Neymiş ?

 

-Robdöşambr… Sana aldığım… İmtihan hediyesi..

 

-Ha, evet!

 

-Serpil’e gösterdin mi? Söyle, doğru mu ?

 

-Ne münasebet !

 

-Bana anlattı. Çizgisi çizgisine… Nereden biliyor?

 

-Atmış olacak…

 

-Görmeden atamaz. Odana aldın… Öyle mi, Serpil’i…

 

-Amma da yaptın !

 

-Aşkıma ihanet!..

 

-Çok romantiksin!

 

-Sen de enayisin! Alaydan anlamıyorsun!

 

-Robdöşambrım masumdur.

 

-Koklarsam anlarım!

 

-Gel de kokla !

 

-Kalk gidelim; çok konuştuk!

 

-Yürü !..

 

Genç kız, iskemlelerden birindeki, içi kitap dolu hissini veren çantasını aldı, garsonu çağırıp içtikleri şeylerin parasını ödedi, kolkola ve yanyana çıkıp gittiler. Çay salonunun yaşlı patronu, başını sallayarak kendi kendisine konuşuyor, ama bana duyurmak istiyor:

 

-Burada paraları hep kızlar mı öder ? Erkekleri kızlar mı giydirir ? İpek bir robdöşambr en aşağı 300 lira… Onu hangi pinpon ödüyor da bu dangalaklara kısmet oluyor. Ömrümde böylesini görmedim ben…

 

Teras tarafından mart kedilerinin sesi geliyor. Genç insanlardan daha mânalı konuşuyorlar.

 

( 1966 )

 

Pansiyon Yolu

Genç üniversiteli, hafif bir meyl üzerindeki, sık örgülü, parke, pansiyon yolundan geçerken hep düşünür:

 

-Kiremitleri başıma yağmur gibi yağan büyük şehirde ne olmaya, bu cehennemî faaliyet sahnesinde hangi rolü benimsemeye, hangi hayat şeklini yaşanılacak değerde bulmaya doğru gidiyorum ?

 

Bu genç, hemen hiç kimsede rastlanmayan bir hastalık halinde “nefs muhasebesi” illetine müpteladır. Onun gözünde, ulvilerin ulvisi, hakkı en pahalı ödenecek bir tek ıstırap vardır. İdrak acısı…

 

Her akşam, temmuz sıcağında bile buz gibi yatağına girer, yorganı başına çeker ve düşünür:

 

-Ruhum bomboş… İçinde temizlik işçilerinin çalıştığı bir tiyatro sahnesi kadar boş… Kulislere yığılı dekor eşyası ise baştanbaşa uydurma… Beni tâ ruhumun içinden kavrayacak ve her akşam yatağıma girdikçe ertesi sabahı aşkla bekletecek idealin ismi nedir?

 

Bir aralık içkiye düştü; ve gördü ki, içki, dünyaya yeni bir manzara getirmek yerine onu sise boğan âyarı bozuk bir dürbün gibi, uzviyet ahenksizliği içinde bir şey görmeye çalışmanın yalancı tesellisinden ibaret…

 

Fikir kadar güzel kadın çizgilerine karşı en büyük ihanet tertibi olan mini etek ve çıplaklık, kadını büsbütün kaybetmekten başka bir şeye yaramaz; ve artık günün genç kızı, eski ”Leyla” olmaktan çıkmış ve onun karşısında “Mecnun”a rol kalmamıştır. Ruhlardaki kadın-erkek ukdesi, korkunç bir hârâ faaliyeti içinde silinip gitmiş ve bütün ideallerin maddi sembolü kadın bir gaseyan hokkası haline getirilmiştir.

 

Şiir mide gorultusu, resim kabus çizgisi, apartman mimarisi klasik komşuluğu büsbütün öldürücü ve insanları birbirine yabancılaştırıcı bir sıkışıklık çerçevesi, ticaret hırsızlık, parti kalpazanlık, ilim dolandırıcılık ve fikir “ eskiler alayım !”cılık…

 

-Ben bu hayat içinde ne olmalıyım ? Her şeyin sahte olduğu bu dünyada gerçeği nerede bulmalıyım?

 

Etrafını komünistler aldı:

 

-Doğru, dediler; bu dünyada her şey sahte… Hak ve adalet adına hiçbir gerçek tartı yok… Dünyanın teşhisinde beraberiz. İstekli olduğumuz dünyaya gelince, o; evvela bugünkünü yıkmakla ele geçebilir. Bugünkü dünyanın kokmuş tipi (burjuva)dır. Onu bir kere ortadan kaldırıp her şeyi devlet emrinde bir (sosyalizasyon) zincirine bağladık mı, yaşanmaya değer hayatın çizgilerini hecelemeye başlarız.

 

Tez zamanda gördü ki, komünistlerin bugünkü dünyayı teşhislerinde ele geçirdikleri sahte hak, getirmeyi vaad ettikleri hayat karşısında ebedi bir yokluk kılavuzundan başka bir şey değildir ve haksızlıkların en zalimdir.” Basübadelmevt”siz bir ölüm…

 

Komünistlere:

 

-Bana bir din lazım!

 

Diyen genç adama abandılar:

 

-Din afyondur ve bugünkü zulüm dünyasının hala istismar aleti olmakta devam etmektedir!

 

İçinden bu fikirlere tükürerek istikametini değiştirdi.

 

Bir gün sınıfta ayağa kalktı ve Profesöre hitap etti:

 

-Bugünün genç adamına, ruhunu dolduracak hangi ideali tezgahlaştırıyor üniversite?

 

-Üniversite bir ideoloji ocağı değil, mücerret ilim yatağıdır.

 

-Bir şeye inanmadan kuru ilim sahibi olmanın, yani gideceği istikamet olmadan arabaya malik bulunmanın bir faydası var mıdır ? Hangi torbaya dolduracağım bütün bu bilgi eşyasını ve hangi hayat gayesinin yolunda kullanacağım?

 

Profesör gülümsedi:

 

-Genç adam! Sen gerçekte nasir bir istidat belirtiyorsun! Hürriyet ve demokrasi ideali sana yetmiyor mu ?

 

Genç adam acı acı haykırdı:

 

-Hürriyet ve demokrasi! Yani hakikati tekte bulmanın değil de, sayısızda aramanın ve her defa yanılmanın rejimi… ben merkep hürriyetiyle hür olmak yerine hakikat esaretiyle bir ideale köle olmayı istiyorum ! Bunu bana kim ve ne verebilir ?

 

-Ara oğlum, git de sokak sokak ara!

 

Genç üniversiteli gece kulübü dönüşü sabaha karşı pansiyon yolundan geçerken, ilerdeki camiin minarelerinden bir ses yükseldi:

 

“- Allah en büyük, Allah en büyük ! Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yok ! Şehadet ederim ki…”

 

Ürperedi.

 

Sanki ilk defa ezanı duyuyordu. İçinde yıllarca bulunduğumuz şeylerin, sonunda ve bir defada varılan mana sırları… Bu seste, aradığını ona harfi harfine vaadeden, dünya ve ötelerin hesabını veren ve ölümsüzlüğü kefalet altına alan bir ifade vardı. En tarafsız mantığa göre böyle ! Ama doğru mu, değil mi, o ayrı…

 

Evet, o ana kadar dinlediği hiçbir ezan sesinden bu yakıcı manayı süzememişti.

 

“-Haydi ibadete, haydi ibadete!... Haydi kurtuluşa, haydi kurtuluşa!...”

 

Biraz sonra uyanacak, vıcık vıcık kaynaşacak ve insanların her biri kendi nefs istikametlerinde birbirini ezercesine gidip gelecek olan büyük şehirde, erkek ve dişi çift gibi her (tez)in bir (antitez) ile koyun koyuna yaşadığı, bu, gündüzü gecesinden daha karanlık (metropolis)de ilk defa keşfettiği bir mana karşısında kalmışçasına mırıldandı:

 

-Haydi kurtuluşa diyor ! Bu sözü söylemesi, yani insanları kurtuluşa muhtaç görmesi, davasının hak olduğunu ispat için bana yeter ! Bu noktada öyle bir bedahet var ki, ispatın üstünde…

 

Ve yürüdü. Cami avlusuna girdi. Şadırvanda abdest alan bir ihtiyarın yanına çömeldi.

 

Camiin açık kapısından, mihraba karşı oturmuş, başları göğüslerine sarkık, birkaç insan görünüyordu.

 

Düşündü:

 

-Bütün bunlar, nasıl düşünmeden iman sahibi olabiliyor?

 

Ve şadırvanın su şırıltısı içinde ruhuna bir yıldırım indi:

 

-Çünkü düşüncenin her şeyi yazıp bozan anarşisinden kurtulmuş bulunuyorlar. İşte bir anda hakkı bulan bedahet duygusu diye buna derler. Onlarda bu duygu var… İnsanların bir çoğunda olmayan kalb gözü…

 

Genç üniversiteli camiye girdi ve pansiyonunu oraya taşımış oldu. Artık pansiyon yolu onun için cami yoludur.

 

( 1968 )

 

Sırtlan

İç Anadoluda atla seyahat ediyordum. O gün diz boyunca yağan kar yolumu o kadar güçleştirmişti ki varacağım konağın henüz yarı yoluna erişemeden, bir deniz gibi dümdüz ovada geceyle karşılaştım.

 

Mehtapsız fakat açık ve yıldızlı bir geceydi. Gökten hiç de kış gecelerini hatırlatmayan Öyle saf, tatlı ve koyu mavi bir renk süzülüyordu ki eğer o anda ciğerlerimi bir buz salkımı haline getiren kuru soğuk olmasaydı yerdeki upuzun kar çarşafını yabancı bir iklimin bahar çiçeklerinden örülmüş sanacaktım.

 

Atım başını yere eğmiş, sert toprağa alışık ayaklarının her adım atışında gömüldüğü bu beyaz ve yumuşak tabaka üzürinde kocaman bir kedi gibi sessiz ve temkinli adımlarla yürüyor, arada bir duruyor, yarı beline kadar kara gömülü, yetişeceği menzille arasındaki mesafeyi hesaplarcasına uzaklara bakıyor, sonra tekrar eski tevekkül, eski teslimiyet içinde yoluna devam ediyordu.

 

Ufukta tek ve parlak bir ışık ve bunun etrafında ev karaltılarını andıran bodur siyahlıklar vardı. Bu karaltılar olsa olsa:

 

— İkindiden evvel geçemiyecek olursan geceyi orada geçir.

 

dedikleri köy olmalıydı. Fazla olarak geceyi evinde geçirmek için köyün muhtarını sağlık vermişlerdi. Uzaktaki parlak ışığa dikkatle baktım. Bu ne cansız bir lâmba ziyasına, ne de titrek bir alev ışığına benziyordu. Üflenen bir ateş parçası gibi o kadar keskin ve beyaz bir parıldayışla gök yüzünde donmuştu ki, gözümün önüne, çok uzaklarda, siyahlıkların koyulaştığı noktada, dizini kara dayamış, mangalını yelpazeliyen sihirbaz bir kadın hayali geldi.

 

Atımın başını çektim ve kamçımı göğsünde şaklattım. Birden düşük kulaklarını toplayan atım ayaklarını karın üstünde makaslayarak koşmaya başladı. Ben koşdukça deminki ışık ne bir adım ileriye, ne bir adım geriye gitmeden yerinde sayarken karaltılar gittikçe bana doğru geliyor, hakikî şeklini alıncaya kadar biçimden biçime giriyordu. Karaltılar evvelâ sık bir ağaçlık, sonra bir mezarlık halinde meydana çıktı. Henüz ilk servinin yanına gelmiştim.

 

Alabildiğine koşan atım birden bire ön ayaklarını gerip olduğu yere mıhlanıverdi. Dizlerine kadar kara batmış, başını mezarlara doğru çevirmiş hızlı hızlı soluyordu. Onu sürmek ve bir an evvel köye girmek istiyordum. Fakat ne mümkün? At olduğu yerden ileriye doğru bir adım bile atmak istemiyor, huysuzlanıyordu. Bir şeyden ürkmüş olmalıydı. Mezarlığa baktım. Derinlere doğru gittikçe koyu karanlığa batan seyrek taşlar ve sık serviler...

 

Atım anî bir hırıltı çıkararak geriye doğru zıplamak istedi. Şaha kalkmak istiyor gibi bir kaç kere ön ayaklarını karın içinden kurtarmaya çabaladı. Kulak verdim. Mezarlıktan bir inilti geliyordu. Yeni doğmuş köpek yavrularının bir ağızdan inleyişine benzer garip bir inilti...

 

İrademin bütün kuvvetini gözlerimde toplayarak uzun servilerin çerçevelediği iğri büğrü gölgeler arasından iniltinin geldiği yeri bulmaya çalıştım. Ses kesildi. Benden epey uzakta, etrafı zifiri karanlık bir servinin dibinde yeni örtülmüş bir mezara benzeyen sanduka şeklinde bir kar tepeciği ve bunun üstünde yarı beline kadar çukura sarkmış bir hayvanın sırtını andıran bir tümsek görünüyordu. Tümsek titredi ve tepeciğin içinden ikinci bir kambur şeklinde yükselmeye başladı.

 

Omuzumda domuz kurşunile doldurulmuş çifteyi bir anda elimde hissettim. Kıpırdayan karaltıya nişan aldım ve tetiklerin birbiri arkasından ikisini birden çektim. Tüfeğimin ucundan bir iki saniyelik farkla fışkıran iki kırmızı dil.. Göz açıp kapayıncaya kadar yanıp sönen mezarlık... Büyük bir kazana indirilen iki çekiç darbesi halinde iki keskin silâh sesi..

 

Atım bütün hızıyla ileriye atılmış, karnı yere sürünürcesine koşuyor, bütün ovayı gezen tüfek seslerinin akisleri beni arkamdan kovalıyordu.

 

Köye girer girmez muhtarın evini gösterdiler. Kapıyı asık yüzlü bir uşak açtı. Uzun ve çıplak bir sofadan geçtik.

 

Yandaki odalardan birinin açık kapısından, çırçıplak döşemelerin tam orta yerinde isli bir idare lâmbası yanan bomboş bir oda gördüm. Uşak bitişiğindeki odanın kapısını açtı. Girdim. Köşedeki yüksek minderin üstünde - her halde muhtar olacak - iri yarı, esmer, kır bıyıklı birisi oturuyor, etrafında yere bağdaş kurmuş, siyah sakallı ve siyah şalvarlı iki adam, tahta mankenler gibi kaskatı, göze çarpıyordu.

 

Muhtar başını çevirmeden bulanık gözlerile yüzüme baktı. Ötekiler kıpırdanmadılar bile. Uşak hiç bir şey söylemememi telkin eden korkak bir işaretle yer minderlerinden birini gösterip ayaklarının ucuna basa basa uzaklaştı.

 

Aradan dakikalar geçiyor, ne biçimini bozan, ne de kim olduğumu, nereden geldiğimi soran olmuyordu. Muhtar, eli şakaklarında, gözlerini karla örtülü camların üstünde belirsiz bir noktaya dikmiş düşünüyor, yanı başındaki bücür masada, ortasından açık bir kuran ve odadaki ıstırabın nabzı halinde tık tık işleyen ayaklı bir saat duruyordu.

 

Sanki ben gelmeden bir dakika evel bu evden bir ölü çıkmış, bu odada bir facia kopmuş gibi ortada anlatılmaz bir hal vardı.

 

Muhtarın kıpırdayan dudaklarından hafif bir ses çıktı-.

 

— Efendi sefa geldin, kusura bakma! Saat bir iki dakika daha tık tık işledi. Gene muhtarın sesi:

 

— Demin mezarlık tarafından iki tüfek sesi duyduk. Siz o zaman her halde yoldaydınız. Neydi o sesler?

 

Muhtara tüfeği kendim attığımı gizleyerek hiç bir şeyden haberim olmadığını söyledim. Lâfım henüz bitmişti ki evin kapısı yıkılacak gibi çalındı. Sofaya bir takım ayak sesleri, ince kalın konuşmalar, yerde bir şey sürükleniyormuş gibi garip patırtılar doldu. Oturduğumuz odanın kapısı açıldı. İçeriye giren köylüler iri bir köpeğe benzeyen vahşi bir hayvan cesedini odanın ta ortasına bıraktılar.

 

Bu hayvan, sivri dişlerinin arasında kana bulanmış bembeyaz bir bez sarkan alaca postlu bir sırtlandı. Köylülerden biri dedi ki :

 

— Tüfek sesleri üzerine mezarlığa gittik. Ne görelim? Bugün kazdığımız mezarın başında bu sırtlan vurulmuş yatıyor. Mezarı açmış, ölüyü çıkarmış, kefeni didik didik etmiş...

 

Odanın havasında derin bir şaşgınlık dondu. O zaman ta yanımda oturan siyah sakallı, siyah şalvarlı köylü kulağıma eğilerek fısıldadı:

 

— Haberin var mı? Muhtarın genç karısını bugün gömdük...

 

(Birkaç Hikaye Birkaç Tahlil, s.22-26)

 

Savcı, masasına abanmış okuyor... “bir veliden birkaç satır: - ben varlığının her zerresiyle, sağa ve sola kıpırdayamayacak şekilde bir gayeye perçinli olmanın hakikatini bir kumarbazdan öğrendim. Malını, mülkünü, ruhunu ve haysiyetini kumarda tükettikten sonra, ayağındaki eski pantolona ve kalbindeki son şeref zerresine kadar kendisini kumara adamakta devam eden bu kimseye sordum: (niçin bu açık felaket yolundan dönmüyorsun?) Ne cevap verse beğenirsiniz?: (Ben bu yoldan dönemem! Kayıplarımı bana her defa misilleriyle geri verseler, yine ona iade etmeye mecburum! Felaket dediğin şeyin cazibesinden daha çekici bir saadet tanımıyorum! Hiçbir kuvvet beni ondan ayıramaz.) Kumarbazın bu sözlerini dinledikten sonra düşündüm. İşte bağlılığın bu şekli kumardan çözülüp Allah a iliştirilecek olsa, gayelerin gayesi gerçekleşmiş olur.

 

Ben Hasta Kumarbaz, velinin bu sözüne bayıldım ama onun yakıcı gerçeğine doğru hiçbir adım atamadım.

 

Allah beni kendi nefsine bağlamak için yarattı. Ama, ben, içimde bu bağlanışın sermayesi olarak ne varsa hepsini Allah’tan uzaklaşmaya harcadım! Ben bir emanet hayiniyim!

 

Ben de nefsin ne demek olduğunu kumardan öğrendim. Nefsim, eli yanan bir çocuk gibi irademi kavurdu. Nasıl eli yanan çocuk, acısı dinsin diye elini soğuk suya daldırır da sudan çekince onun daha fazla ağrıdığını duyarsa, ben de kumarın soğuk suyunda ruh yanığımı bir an için dindirmekten ve neticede büsbütün kıvranmaktan başka hiçbirşey yapamadım. Bu hareketim, susuzluğunu gidermek için gaz içen bir adamın işinden farksız oldu. İçtikçe su ihtiyacım arttı; arttıkça da gazdan başka içecek birşey bulamadım.

 

Nefs o kadar şımarık ve her şeyin kendi mülkü olduğu emniyetine o kadar bağlıdır ki, meçhule tahakküm etmek hırsının en korkunç laboratuvarı olan kumara bayılır. Ona deseniz ki: “çıkar cebinden şu tek lirayı da simitçinin camekanına hasretle bakan şu öksüz çocuğa ver!”... Vermez! Ne kadar hasis ve denîdir nefs, bilseniz!.. Bunu ancak benim tarzımda bir kumarbaz anlayabilir. Öksüze vereceği o 25 kuruşu sonsuz çapta kıymetlendirir de, cebindeki binlerce lirayı bir kağıda veya zara feda etmekten çekinmez. Ben ayakkabımın yamasına tek lira sarfetmekten çekindiğim ve kendime tek mendil almaktan kaçındığım halde kumara, bir gecede, bir ailenin bir aylık geçim parasını verdiğimi bilirim. Kumara sadakatim o kadar büyük ki, cebimdeki parayı, benim değilmiş de onunmuş gibi, daima bir tahsildar namusuyla sakladım ve sonunda yerine teslim etmekte hiçbir kusur görmedim. Evet, kumarbaz, cebindeki parayı, kaybetmeye memur olduğu tiplerin malıymış gibi üstünde taşıyan ve meteliğine dokunamayan bir tahsildardır.

 

Kendimi kadına vermeye imkan yok!.. Yanık ruhuma göre kadın, kumarın soğuk suyuna nisbetle kaynar sudur. İçki, asla!.. On yıla dağıttığım cinneti on saniye içinde toplayabilir ve beni kül eder. Ya eser?.. Hangi eser?.. Elbette ki hayat, kalemden daha kuvvetli...

 

Kendimi, ne kadar yükseklerde olursam olayım yılanın açık ağzına düşen kuştan farksız görüyorum.

 

Bugün anneme gittim. Kendisinden, hakikat gibi, bucak bucak kaçtığım anneme... İçimde bir önsezi, “git onu gör!” dedi. Gittim! Öyle manalı, öyle mahzun, öyle ümitsiz, öyle tevekküllü bir gözle baktı ki yüzüme, anlatamam.

 

-Sana acıdığımı sanma, dedi; kendisine bu kadar acımayana acımak alçaklıktır!

 

-Kendi kendini aldatıyorsun, dedim. Bana o kadar acıyorsun ki, bu yüzden nefsini alçak görmeye kadar gidiyorsun! Sen alçak değil, ancak ulvisin! Alçak benim!...

 

Ağladı, kollarını boynuma doladı ve:

 

-Söyle, söyle, dedi; ne yapalım? Kurtulman için ne yapmak lazım?

 

-Ölmemden başka çare görmüyorum!

 

O zaman yüzü dehşet çizgileri içinde şimşek şimşek, gırtlağını paraladı:

 

-Keşke, keşke!.. Allah, içim yanarak ettiğim duayı kabul etsin. Kurtulamayacaksan, öl!

 

Sonra ayağa kalkıp sırtımı çevirdiğimi görünce arkamdan yetiştirdi:

 

-Sanma ki, babandan kalan öteberiyi sıfıra indirdiğin ve beni komşu evlerinin sığıntısı haline getirdiğin için böyle söylüyorum! Sen bana oğlumu kaybettirdin! Sen kumar masasında kendini harcayıp bitirdin!

 

Annelerin duası çevrilmez! Annemin duasını kabul et Allah’ım!..

 

Ölünceye kadar ağlamak, vücudumda tek damla su kalmayıncaya dek göz yaşı dökmek ve sonra, yaz günü tarladaki kertenkele ölüsü gibi kuruyup kalmak... Mümkün müdür?

 

Doktora dedim ki:

 

-Tifoya, kuduza, tetanosa aşı bulunuyor da, nasıl kumara bulunmuyor?

 

Dedi ki doktor:

 

-Bütün bunlar maddi hastalıklar; çareleri de maddî tarafından bulunmuştur. Fakat kumar manevi bir illet... Çaresi ancak manevî olabilir

 

-Mesela?

 

-Din...

 

Dedim:

 

-Din bağları adamına göre en kalın zincirden kuvvetli, en ince iplikten daha zayıf... Üstünlüğü ve kuvveti de buradan geliyor dinin... Ama ruhunu karartana ne fayda!.. Mutlaka maddeyle destekli bir mana tedbiri lazım...

 

Dedi:

 

-Nerede o ideal cemiyet ki, sarhoşu, esrarkeşi, kumarbazı, şunu bunu kamplara yerleştirir ve oralarda kıskıvrak bağlayıcı bir madde zabıtası içinde mana ile tedavi eder?

 

Bir kumar masası etrafındaki insanların birbirini yemeye çalıştıkları edalar kadar vahşi ve iğrenç tavırları, avına karşı hiçbir yırtıcı hayvanda bulamazsınız. Kumarda insan elinin aldığı kanlı pençe şeklini, acaba leş yiyen hangi kuşu pıhtılı gagasında görebilirsiniz?

 

İşte, Macar kokanasının, avluya bakan ve penceresinden lavanta karışığı idrar kokusu giren küçücük odasında bu satırları yazıyorum. Radyo hırıldıyor. Dünyanın sonu gibi bir haber bekliyorum! Gelmiyor! Yatağıma uzanacağım ve yarın güneş, vadesi gelmiş bir senet gibi doğacak; her günkü dünyanın hesaplarını soracak... Ben ne cevap vereceğim?...

 

.........................................................

 

Savcı not defterinin altına yazdı. Tahkikata esas teşkil edecek bir nokta görülmemekle evrak arasında hıfzı...

 

(1967)

 



Поделиться:


Последнее изменение этой страницы: 2024-06-17; просмотров: 5; Нарушение авторского права страницы; Мы поможем в написании вашей работы!

infopedia.su Все материалы представленные на сайте исключительно с целью ознакомления читателями и не преследуют коммерческих целей или нарушение авторских прав. Обратная связь - 18.118.198.81 (0.009 с.)